Wednesday, December 12, 2012

12.12.12

Ne gündü ama... Tibet'in gençlik pınarı egzersizimle başladım. Sonra sıkı bir kahvaltı ve ondan sonra işlere koyuldum. Hızlandıkça hızlandım . İşler yağıp durdu. Öğleden sonraki toplantıya yetişirken, takside banka transferi yapıyordum. Toplantı, hoş ve boştu doğrusu. Sonrası gene koştur koştur.

Sonra uyanış ve sevgiyi kutlama etkinliği için annem ve babam ile buluştum. Füsun da daha sonra katıldı. Salon özellikle arkalara doğru " bana yer kalmayacak,duymayacağız , nasıl bir organizasyon bu, gibi mırmırlanmalar ve endişelerle doluydu". Tipik İstanbul.. kısıtlı zaman, kısıtlı kaynak, yetişememe sendromları..

Sonrası ise harika, tekrar dengelendim,dengelendik. Seda Bağcan ile hep beraber şarkılar ve mantralar söyledik. Tüm salondaki enerji yükseldikçe yükseldi. Bu kadar kalabalık bir grubun daha önce bu şekilde bir araya geldiğini ve beraber meditasyon yaptığını görmemiştim.  Benden.. bize geçtim, geçtik... Akışa bıraktık.
Uyanış bu olsa gerek...:-)




Wednesday, November 28, 2012

Hediyeni Ver

Birden yazasım geldi.:-)
Bir iki haftadır aklımda olan bir şeyi paylaşmak istiyordum sizlerle.
İki hafta önce, geçen sene yarım kalmış transformal nefes seminerini bitirmek üzere Antalya'daydım. Daha önceki yazılarımda da paylaşmıştım transformal nefesi.
"Arınma" sürecim bu seminerde de devam etti.:-)

Bu arada ben yavaş yavaş anlamaya başladım ki her seminerin, oturumun, topluluğun kendine göre bir enerjisi var. Orada beraber bir şeyler yapıyor olmak insanın topluluk dinamiğiyle, bakış açılarıyla, enerjisiyle kendine tekrar tekrar bakmasını sağlıyor. Bu sefer ben de teslim olamama,öfke duyguları yoğundu. Egom kuvvetli şekilde dürtüp durdu beni. Bunun farkına vardığım anda yavaş yavaş rahatlamaya başladım.
Artık seminerin sonuna doğru dengemi tekrar bulduğumda, son seanslarda aklıma " insanlara hediyelerini ver düşüncesi gelip durdu". İnsanlara sarılıp onlara sana şunu vereyim, sana da bunu vereyim gibi duygular içindeydim. Tesadüf bu ya o tip bir törenle de semineri bitirdik.:-)

Bu duygu bir kaç gün içinde fikir olarak gelişmeye başladı ve sürekli zihnimde gidip geldi. Önce Antalya'da havaalanında Füsun ve Defneye hediye alırken, daha sonra Havaş servisine bindiğimde "Ah hediyeleri kabinde nasıl unuturum" derken. Gene Havaş servisinde arkadaşlara Charles Eisenstein'ın "Kutsal Ekonomi" adlı kitabını ve kitapta önerilen hediye ekonomisinin ne olduğunu anlatırken ....

Evet, o hafta üst üste sanki hediyeleri hatırlamam için konu dönüp dolaşıp farklı şekillerle geldi durdu karşıma. En son Füsun'un AÇEV için son 4 haftadır yaptığı 1. sınıflardaki çocuklara kitap okuma işini bana anlatırken kafama iyice yerleşti. Füsun bu işi yaparken öyle enerji doluyor ki her Cumartesi gönüllü olarak erkenden kalkıp gidip çocuklara kitapları canlandırarak anlatmaktan büyük keyif alıyor. Ne güzel hediye çocuklar için ne güzel hediye Füsun için. Çocuklar ve Füsun'un arasında harika bir ilişki oluştuğu belli Füsun'un hikayelerinden.

Ve .. ne kadar da yapmayı ihmal ettiğim bir şey. Oldukça kendime dönük bir adam olarak çok çalışmam gerek bu konuda .. Neyse ki Charles Eisenstein'ın kitap yetişiyor imdadıma. "Sistem bizi insanlardan ne alırız diye ilişki kurmaya öyle şartlamış ki, vermeyi unutuyoruz ". Yani kollektif bilinç çok güçlü, kapılmamak için önce farkındalık lazım.


Bir sonraki yazımda kitaptan biraz daha bahsetmeyi düşünüyorum ancak merak ederseniz aşağıdaki link bir fikir verebilir.

 


Wednesday, September 26, 2012

Erenköy Bahçe, son durum.

Yaz başından beri, işte son durum,işte son durum.. anlatırım diye bir sürü resim çekip duruyorum bir türlü yazamıyorum.

Neyse şimdi yavaştan başlıyorum o zaman:-) Şöyle 4 ayı bir özetleyeyim :-)


24 Nisan- Çilek,Karakafes,Melisa ve Lavanta

Blitz'i Nisan'da yapmıştık. Duvarın yanında ki yaklaşık 20 m2'lik alanı sebze bahçesi olarak seçmiştik ve ön bahçeden kesilen şimşir yapraklarıyla malçlayıp fidelerimizi şaşırtmıştık. Fidelerin bir kısmı İpek Hanım'ın çiftliğinden siparişle getirmiştik. Bir kısmını da(Bakla, fasulye,mısır,mercimek) organik diye bildiğimiz tohumlardan çimlendirerek elde ettik.

Nisan sonu gibi sebzeler boy atmaya başladı. Refik'in bahçeden getirdiğimiz Karakafes otu ve Melisalar yerlerine alıştı. Bunlara, ben bir de Zeytinburnu tıbbi bitkiler bahçesinden getirdiğim lavanta,misk adaçayı ve
İstanbul kekiğini ekledim.



Baklalar
Mayıs sonu gibi baklalar ve fasulyeler çiçek vermeye başladı. Mayıs, benim ve Halil Ağabey'in bahçeyle en çok ilgilenebildiği ay oldu.

Apartman halkı pek girişmedi doğrusu. Uzaktan izlemeyi tercih ettiler nedense. Bir de "Mithat Bey, ne zaman sebze yiyoruz?" gibi bekleyişteydiler.

Sulama için apartmanın arkasında daha önce açtırılan kuyu suyunu kullandık. Bahçe tam anlamıyla coşmaya Mayıs ayında başladı.








Hügel Kültür'ün üstünde domates ve patlıcan fidanları. Yan tarafta
kışdan kalma ıspanaklar tohumluk için bekliyor

Hügel kültür oldukça verimli bir alan oldu diyebilirim. Üstünde ne kadar fidan varsa güzelce serpildi.

Bitkiler büyümeye başladıkça, bahçedeki en kalabalık yiyicilerden salyongoz abilerlerle tanışma fırsatı bulduk. Ne matrak daha önce salyongozlara sevgiyle bakarken artık  bahçeden dolayı bakış açım değişti. Adamlar durmaksızın fidanları yiyebiliyorlar. Patlıcan ve domateslere pek dokunmadılar ama fasulye ve baklaları, bir rahat bırakmadılar. Ben de önce kül sonrada tuzla karşı hucuma geçtim:-)



Şifalı bitkiler havuzu
Bahçede bazı bitki yerlerini insan yaşamına ve ışığa göre ayarlamıştık. Ne yazık ki çoçukların toplarını hesaba katmamıştık. Şifa havuzundaki  Gümüş düğme,Biberiye ve Lavantayı top darbelerinden mort olmuş durumda buldum. Çocuklara her ne kadar anlattıysam da aralarından anlamayanları top atışlarına devam ettirdiler. Buradaki kalanları da uygun bir zamanda başka yerlere kaydırmayı düşünüyorum.
Kuzey köşedeki şifalı otlar; Melisa'nın keyfi yerinde,Lavanta da fena değil

Ağustos sonuna geldiğimizde bahçede durumlar değişti. Benim işlerin yoğunluğu,Halil Ağabeyler'in 3 haftalık tatile gitmesi bahçenin başıboş kalmasına yol açtı. Aslında bitkiler hemen durumlarını belli ediyorlar.




Neyse bu sene patlıcan dışında pek sebze yiyemedik ama sebze ve şifalı otlar dışında çok yıllıklarda kayıp yok henüz.Bu aralar sebzelerden tohum alıp saklama denemelerine başladım.Aynı zamanda bu sene ki diğer Permablitz bahçeleri ve arka bahçe için kışlık tohumlar çimlendirmeye başladım. Yaparak öğrenmek gibisi yok. Bakalım bu tohumlardan ne kadarını yeşertebileceğim.

Haziran'da aldığım Ispanak, Eylül'de aldığım domates, sırık,çalı fasulye tohumları.


.


Thursday, April 26, 2012

Ve sonunda arka bahçemizi Permablitz'ledik

Yazıyı yazmak için geciktim biraz, ama ne yapayım, bu ay yeni işle beraber sıkı bir seyahat temposuna girdim. Planlarıma göre, iş çok bastırmadan arka bahçeyi "permablitzci" arkadaşlarla son haline getirmek vardı. Veee geçenlerde Pazar günü giriştik bahçeye, öyle de güzel giriştik ki.

Önce yemek.. Didem ve Deniz sağ olsun, bol bol resim çektiler.

Saat 10:00 da insanlar gelemeye başladı. Ekip sanırım 20 kişi vardı. Önce bir kahvaltı, sonrasında planlar ve gruplara ayrılıp işleri yapmaya koyulduk.

İlk ekip hügel kültür alanı için çalıştı. Burada oldukça fazla iş gücü kullanıldı. Önce toprak 15 -20 cm derinliğinde kazılarak, bahçedeki odun ve dal parçaları oluşan çukura gömüldü. Üstüne 3-4 aydır apartmandan artırdığımız soğuk kompost eklendi. Daha üstüne, dallar, üstüne toprak sarmaşık ve yeşillikler,onun üzerine gene toprak..



Bir Hügel kültür çalışması. Bol odun, yeşillik, üstüne toprak.



İkinci grup sebze yatağı oluşturdu ardından apartmanın ön bahçesinden budanan şimşirleri keserek yapraklarını sebze yatağına ekledi(malçlama).




3.ekip de ot spiral'i ve çalı çit ile uğraştı:-)

Çoçuklar: Tüm gün neşeyle çalıştılar:-)




Günün en matrak olayı ise tüm bahçeyi bitirdikten sonra, komşularımızdan bir tanesinin hügel kültür alanını mezara benzetmesiydi. Adamcağızın meğerse korkusu varmış, tümseklere karşı. Nereden bilebilirdik ki;-) Daha sonra tasarımı değiştirerek bu meseleyi hallettik.




İşte fotoğrafı çeken Deniz dışında tüm ekip.
Bakalım fideler yavaş yavaş, boy atmaya başladılar....Heyecanla bekliyoruz.:-)

Thursday, April 5, 2012

İstanbul seni hapsetmiş

Geçen gün arkadaşımla konuşurken enteresan bir adamdan konuşmaya başladık. Adam Fransız, Lafarge'ın eski Genel Müdürlerinden biri, bir süre Çanakkale taraflarında zeytinyağı işi yapmış, şimdi ise İstanbul'da isteyene arkatipik tarot bakıyor:-). Ben böyle konulara açık bir insan olarak tabi ki atladım ve Füsunu da çekiştirerek adamın kapısına dayandım. Tarot derken fal bakıyor falan sanmayın. Bütün olay sizin bu dünyadaki olası amaçlarınız ve şu anda yaptıklarınız arasında ne kadar uygunluk var, onu sunmak. Bir bakıma "bizim korkularımızdan,ön yargılarımızdan, egomuzdan arınmış hayatımızı nasıl olabileceğini anlatıyor. Aslında güzel açıklaması sayfalarında var. Bakınız:-)
http://greenmanscreations.com/2010/11/17/archetypal-tarots-of-awakening/

Ben adamda güzel bir enerji hissettim. Neyse, inanırsınız, inanmazsınız:-), ayrı konu. Benim gelmeye çalıştığım mesele, adam özet olarak ikimize de "İstanbul yerine daha küçük bir yere taşının, ufak bir iş kurun, büyük değil." dediğinde son derece rahatsız olmamız. Ben "ya çocuk?, ya eğitim?" dedim. Nicolas "bu konuda ön yargıların olabilir mi?" dedi. "Yani nereden biliyorsun, gittiğin yerde daha iyi bir öğretmene rastlamayacağını? Hem uzaktan eğitim vs.. var."

Biz aslında çok önceden pek çok insan gibi şu Istanbul'daki durumumuzu sorgulamaya başlamıştık. Hep deli bir koşuşturma,hep zamansızlık,hep bir stres, sinir hali. Genede şehirden vazgeçememe.
Bizim İstanbul'daki durumumuz o meşhur maymun tuzağına benziyor:-)

"Asya’da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır.
Bir hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır.
Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur. Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı kadar büyüklüktedir, yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz.
Maymun tatlının kokusunu alır ve yiyeceği kavrar, ama yiyecek elindeyken
elini dışarı çıkartması olanaksızdır. Sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkamaz. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner ama kaçamaz. Aslında maymunu tutsak eden birşey yoktur. Onu sadece kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir."


Aslında İstanbul'un öyle bir enerjisi varki, gerçekten büyüsüne kapılmamak zor. Öte yandan şehir sanırım kendi krizine girdi girecek.
Geçen gün şirketteki arkadaşlardan biri, şirkete ulaşım için kullandığı Metrobüs'den bunalmış, son derece şairane bir mail yazmış ve bir de altına "Ekümenopolis-City without Limits" filminin fragmanını iliştirivermiş.
Ben de "sürdürülebilir yaşam film festivalinde" seyretmiştim. Hatırlamak güzel oldu. Seyretmeyenler için filmin fragmanını ekliyorum.  
Kim bilir belki Nicolas haklıdır. Belki de İstanbul'un güzelliklerini yaşayıp tüm bu karmaşadan uzak olma yolunu buluruz. Göreceğiz:-)

















Monday, March 26, 2012

Farkında Olmalı İnsan


Geçtiğimiz hafta uzun denilebilecek bir aradan sonra tekrar işe başladım.Kıtalararası işe ulaşım ve hareketli bir sektör:-) Bir yandan da permablitz ve diğer uğraşlar.. Haydi bir durayım şimdi ve uzun bir nefes alayım. Sonra Can Yücel'in şu şiirini okuyayım (Sağolsun Füsun paylaşmış) yoksa zihin alacak götürecek beni bir oraya bir buraya..


Farkında Olmalı İnsan…
Kendisinin, Hayatın Olayların, Gidişatın Farkında Olmalı.
Farkı Fark Etmeli, Fark Ettiğini De Fark Ettirmemeli Bazen…
Bir Damlacık Sudan Nasıl Yaratıldığını
Fark Etmeli.
Anne Karnına Sığarken Dünyaya Neden Sığmadığını
Ve En Sonunda Bir Metre Karelik Yere Nasıl Sığmak Zorunda Kalacağını
Fark Etmeli.
Şu Çok Geniş Görünen Dünyanın, Ahirete Nispetle Anne Karnı Gibi Olduğunu
Fark Etmeli.
Henüz Bebekken ‘Dünya Benim!’ Dercesine Avuçlarının Sımsıkı Kapalı
Olduğunu, Ölürken De Aynı Avuçların ‘Her Şeyi Bırakıp Gidiyorum
İşte!’ Dercesine Apaçık Kaldığını
Fark Etmeli.
Ve Kefenin Cebinin Bulunmadığını Fark Etmeli.
Baskın Yeteneğini
Fark Etmeli Sonra.
Azraillin Her An Sürpriz Yapabileceğini,
Nasıl Yaşarsa Öyle Öleceğini
Fark Etmeli İnsan
Ve Ölmeden Evvel Ölebilmeli.
Hayvanların Yolda Kaldırımda Çöplükte
Ama Kendisinin Güzel Hazırlanmış Mükellef Bir Sofrada Yemek Yediğini
Fark Etmeli.
Eşref-İ Mahlukat (Yaratılmışların En Güzeli) Olduğunu
Fark Etmeli.
Ve Ona Göre Yaşamalı.
Gülün Hemen Dibindeki Dikeni, Dikenin Hemen Yanı Başındaki Gülü
Fark Etmeli.
Evinde 4 Kedi 2 Köpek Beslediği Halde
Çocuk Sahibi Olmaktan Korkmanın Mantıksızlığını
Fark Etmeli.
Eşine ‘Seni Çok Seviyorum!’ Demenin Mutluluk Yolundaki Müthiş Gücünü
Fark Etmeli.
Dolabında Asılı 25 Gömleğinin Sadece Üçünü Giydiğini, Ama Arka
Sokaktaki Komşusunun O Beğenilmeyen Gömleklere Muhtaç Olduğunu
Fark Etmeli.
Zenginliğin Ve Bereketin, Sofradayken Önünde Biriken Ekmek
Kırıntılarını Yemekte Gizlendiğini
Fark Etmeli.
FARK ETMELİ.
Ömür Dediğin Üç Gündür,
Dün Geldi Geçti Yarın Meçhuldür,
O Halde Ömür Dediğin Bir Gündür,O Da Bugündür.

CAN YÜCEL

Tuesday, March 13, 2012

Topraklanmak-2

Permablitz grubuyla, bizim apartmanın arka bahçesindeki bahçe için ilk permablitz buluşmamızı yaptık. Ardından tasarım toplantımızı da bitirdik. Ne yalan söyleyeyim bu sene apartman yöneticisi olmamın, bu işte bir kolaylaştırıcı etkisi oldu :-)) Başka türlü cesaret edemeyebilirdim. Sağolsunlar, Deniz ve diğer permablitz üyelerinin desteği de gelince, haydii başlaa...
 Niyetimiz bu işi şehrin ortasında, hatta bir apartman bahçesinde olabileceğini göstermek. Niyet işin yarısı, gerisi çalışmak:-) Bakalım ne olacak:-)
Aslında ben bahçede daha önceden biraz ekip,biçme çalışmalarına başlamıştım,elim toprağa değsin, diye. Hatta Etiler'deki bahçeden getirdiğim, bir kaç karalahana fidesi ile tohumdan denediğim ıspanaklar tutmaya başladı. 
Şimdi, ekipçe bahçenin daha büyük bir kısmını permakültür prensiplerine göre tasarlayıp tekrar yapacağız.

Minik Kara lahana:-)

Ekip; her zamanki gibi bilgili,dinamik ve bu işe gönül koymuş insanlar. Bilgilerimizi paylaştığımız ilk gün bahçede keşif gezisi ve tanışma toplantısı yaptık. İkinci toplantı da bahçenin neresinde ne olur, neler yaparız diye konuştuk. Tasarımı yapan arkadaşın getirdiği taslak üzerine, ilk bahçe fikrimizi aşağı yukarı yerleştirdik.
Ayrıca tohum bombasını Didem'in bize öğrettiği şekilde salonun ortasındaki büfede yaptık. Çılgınca ama sonucunu düşününce heyecanlı. Ayrıca çok eğlenceli de:-)

İşte ekibin bir kısmı tohum bombası yaparken
Tohum bombasını oluştururken biraz kil ve bahçede havalandırma ve azot toplama görevini yapacağını düşündüğünüz bitki tohumlarını kullanabilirsiniz. Biz tere,çörek otu,maydanoz ve maş fasulyesi karışımı kullandık.


Defne ile tohum bombalarını sallarken.

 Uygulama için şimdiden heyecanlanıyoruz:-)

Friday, March 9, 2012

Topraklanmak-1

Yeşillik,toprak, beni oldum olası çekmiştir:-) Belki aileden kaynaklanan bir şey. Babam ve annem bir şekilde, kardeşim ve bana küçüklüğümüzden doğa sevgisini verdiler. Bizim çocukluğumuzda şehirde yeşillik alana ulaşmak çok kolaydı. Evimiz o zamanlar dağ başı diye adlandırılan Ulus Mahallesindeydi. Sokaktan biraz yokuş aşağıya yürüyünce aşağıdaki vadiye doğru Musevi mezarlığı boyunca böğürtlenliklere ve bitiminde erik, ceviz ağaçlarıyla dolu geniş bir yeşillik alana ulaşırdınız. Şimdi değişti tabiki oralar. Geçen gün bir arkadaşlarımın evine ilk kez gittiğimde, evlerinin çocukluğumun geçtiği evin tam karşısındaki  tepede olduğunu fark ettim. Aslında tepeler ortadan geçen yol ve evlerle birleşmiş. Yeşillik adına sadece, Musevi mezarlığındaki ağaçlar ve sonradan ekilen yol kenarındaki ağaç fidanları kalmış.Şehirler bizleri gittikçe nasılda doğamızdan kopartmış?

Geçtiğimiz sene, bizim için, ailecek toprağın bizi şifalandırdığını hatırladığımız sene oldu. Balkonumuz da sebze ve ot yetiştirme denemelerine başladık. Bunu permablitz çalışmalarıyla birleştirerek daha öğretici bir boyuta taşımaya başladık.Permablitz bilgiyi,tecrübeleri paylaşabildiğimiz ortak platform yaratıyor. Permakültür, bu grubun şablonu ve bu şablon, bitki /canlılar dünyasını birbiriyle olan ilişkilerini sürekli bize hatırlatmasından dolayı,bilgiyi daha da anlamlı hale getiriyor.
Teorik bilgi bir yere kadar :-) Permablitz'de bahçe yaparak öğrendiklerinizi uygulama ve sınama şansınız oluyor. Öncelikle kompost kavramıyla tanıştık ailece. Artıklarımızı apartmanca iyi kötü, geri dönüşüm kutularına atmaya başlamıştık zaten de, kompostun ne olduğunu ve toprak için önemini gözardı ediyormuşuz.

Burada bir parentez açmalıyım:-) Bu geri dönüşüm konusunda bizim apartman görevlisi Halil Abi'nin harika girişimleri oldu doğrusu. Belediye çöp arabalarından geri dönüşüm kutuları isteyip tüm apartman içini geri dönüşüm kutularıyla donattı. Benim gördüğüm en etkili geri dönüşüm sistemi çünkü mahalledeki geri dönüşüm bidonlarına yürüyememek gibi üşenme türü bir mazeretiniz olamaz.  Zaten kutuların devamlı dolmasından işe yaradığı belli. Umarım Kadıköy Belediyesi'nin ayrıştırma konusundaki çözümü iyidir.

Kompost ise evimizdeki organik atıkların çürüyerek toprağı besleyecek hale gelmesi olayı. Bir sistemle bağınıza,bahçenize,tarlanıza kazandırmanız mümkün. Doğada zaten bu kendiliğinden oluyor.Ölen bitki yeni bitkiye besin kaynağı oluyor.Bitkiler,hayvanlar, böcekler hep bu döngüyü devam ettiriyorlar.
Kompost yapmanın çeşitli yolları var. Bizim ev ve bahçe için kurduğumuz sistem:

Mutfakta organik atık biriktirmek için ufak bir kutu var.

Mutfaktaki kutu dolduğunda apartmanın arkasındaki
bahçedeki daha büyük bir kutuya alıyoruz.

Bahçedeki büyük kutuyu Bauhaus benzeri marketlerden bulabilirsiniz. Kendiniz de yapabilirsiniz. Büyük kutunun altı boş ve atıklar yavaş yavaş toprağa karışıyor. Sonrasında solucanlar devreye giriyor. Biraz araştırınca kompost yapmak ile ilgili bir çok kaynak olduğunu görüyorum. Soğuk kompost,sıcak kompost, mayalayarak, havasız,havalı... Bence önemli olan öyle yada böyle bir yerden başlamak ve sürdürülebilir hayata katkıda bulunmak:-))
Bu konuda permablitz deki arkadaşlardan öğrendiğim ve bilgilendiğim yer Ekosol oldu. Web sitelerinde atıkların hangilerini kullanabilirsiniz, detaylı bilgilendirmiş. Daha fazla bilgi için web sitesini ekliyorum.
http://www.ekosol.net/bilgiler/evlerde-kompost-uretimi




Tuesday, March 6, 2012

Permablitz


Önceki yazımda biraz permakültür'den bahsetmiştim. Geçen sene permakültürle ilk karşılaştığımda bu konu ile ilgili okudukça içimden "Acaba bunun eğitimi var mıdır?" diye geçiriverir dururdum. Biraz araştırınca Marmariç'te permakültüre giriş eğitimlerinin olduğunu gördüm.Biz, Fusun'la, geçen yaz 2-3 kez bu permakültür kursuna gitmeye niyet ettik.Her seferinde,ya Defneyi bırakamadık bir yerlere ya da bir şekilde işten dolayı ayarlayamadık zamanımızı. Ancak sonrasında hep "Bu işi şehirde, yanı başımızda yapmanın yolu olsa ne güzel olur" diye düşünüp dururduk.

Bir sabah Füsun "Mithat! Açık radyoyu aç, bak Permakültür'den bahsediyorlar" diye arabadan beni aradı. Hemen açıp dinlemeye başladım. Radyoda Permablitz Istanbul'un kurucularından Deniz Üçok'la röportaj yapıyorlardı. Deniz'in anlattığı Permablitz, Permakültür'ün şehir uygulamasıydı. Biraz dinleyince, "Aha, işte çözüm bu! Bu işi öğrenmek için bundan iyi fırsat olamaz." dedim. Sonuçta Deniz'in "Balkonların bile doğa sevgisinin şehirde canlandırılması için kullanılması gerektiği ve herkesin bir tohum ekerek başlayabileceğini" söylemesi beni oldukça etkilemişti.

İlgilenenler, permablitz'in herkese açık olan grup platformundan yada permakültürün Global iletişim platformundan bilgi alabilirler:

http://tech.groups.yahoo.com/group/permablitzistanbul/

http://permacultureglobal.com/projects/551-permablitz-istanbul

Ayrıca permablitzi Deniz aşağıda ki röportajında güzelce anlatmış:

http://www.yesilgazete.org/blog/2011/08/29/deniz-ucok-istanbul%E2%80%99un-orta-yerinde-permakultur-mumkun/

Ben sonrasında permablitz Istanbul grubuna üye oldum. Grubun 2011'deki 2.Bahçe uygulamasına biraz kendimi zorlayarak katıldım. Sonuçta kimseyi tanımıyordum ve nasıl karşılanacağımdan emin değildim. Bir şekilde kendi kendime " Mithat yaaa, gönüllülük üzerine başka bahçelerde çalışan insanlar, kendini doğaya vermiş bu insanlar harika olmalı, haydi zihnin vıdı vıdı ederek seni engellemeye çalışıyor boş ver katıl işte!" diyerek olaya katıldım.
İlk toplantıda insanlara kanım ısındı. İnsanlar bilgilerini paylaşmaya oldukça hevesliydi.  Zaten grubun lideri Deniz, son derece kucaklayıcı ve sıcak bir şekilde tüm üyeleri hemen entegre ediyor.Ev sahibi de sağ olsun herkesi buyur etti o gün. Yaptığımız bahçe benim çocukluğumun geçtiği semtte, yani Etiler'deydi. Eskiden yeşili bol olan şimdi ise apartmanlarla dolu olan bu semtte başlamak benim için oldukça anlamlıydı.

İşte Takım!!!

Proje, her projede olduğu gibi tasarım ve uygulama aşamalarından oluşuyor. Fark, permakültür ilkelerini ne kadar başarılı kullandığınızda. Tasarımı yapan genelde permakültür kursuna gitmiş, mimarlık bilgisi olan, arkadaşlar oluyor.Aslında, biraz tasarımdan anlayan, permakültür ilkelerini öğrenmiş, herkes tasarımı yapabiliyor sanırım.Yeri gelmişken permakültürün ilkelerinden bahsedeyim (Permakültüre Giriş Kitabından):
  • Bağıntılı yerleştirme: Her öğe (ev,gölet,yol vs.) birbirine hizmet edecek bir ilişki içerisinde yerleştirilir.
  • Her öğenin bir çok işlevi vardır.
  • Her önemli işlev diğer öğeler tarafından desteklenir.
  • Ev ve yerleşim (mıntıkalar ve dilimler) için etkin enerji planlaması yapılır.
  • Fosil yakıt kaynakları yerine biyolojik kaynakların kullanılmasının önemi vurgulanır. Arazideki enerji (yakıt ve insan enerjisi) geri dönüştürülür.
  • Elverişli araziler ve topraklar elde etmek için doğal bitki ardıllığı kullanılır ve hızlandırılır.
  • Verimli ve interaktif bir sistem için faydalı türlerin polikültürelliği ve çeşitliliği sağlanır.
  • En iyi etki için girintili yada doğal şekiller kullanılır.
Uygulama aşamasına iş gücü ihtiyacına göre isteyen herkes katılabiliyor (ilk gelen yer kapar şeklinde).
İşte uygulamadan resimler..:-) Uygulamayı tam kışa girerken bitirdik:

Anahtar Deliği (Keyhole Garden) ve Hugel Kültür Uygulamaları: Bahçe yatağını
ağaç kalıntılarıyla ve samanla yükselterek toprağı verimli hale getirme.
Malç' olarak saman kullandık.İçine kışlık fidanlarımızı yerleştirdikten sonra.. 



Monday, March 5, 2012

Sürdürülebilirlik

Bir süredir kafamı kurcalayan bir şeyden bahsetmek istiyorum size. Aslında bu 3-4 sene önce, içinde bulunduğumuz sistemin acımasızlığını sorgulamaya başladığımda yavaş yavaş anladığım bir konu.
Eh tabi ben de sistemin bir ürünü oluvermişim.. kabullenmek kolay olmadı.:-) Yanlış hatırlamıyorsam ilk defa, sevgili arkadaşım Fırat girdi kanıma. Uzun Katar gecelerimin birinde "Zeitgeist'ı" yolladı bana.. "Bunu biliyor musun" diye. Katar'da vakit bol haydi bakayım dedim. Zeitgeist, beni, o zamanlar oldukça etkilemişti. Önerdiği alternatif sistemlerle beni heyecanlandırmıştı. Sürdürülebilirlik kavramıyla ilk o zaman tanıştım. Şimdi  google'layınca Türkiye'de de site açmış olduklarını görüyorum.
http://www.zeitgeisthareketi.org/
 Merak edenler için filmin direktörü Peter Joseph'in ağzından "Zeitgeist Summary" ekledim aşağıya:




Bana bu konuda feyiz veren bir başka yaklaşım da Tom Hodgkinson'un ki oldu o dönemde. "Özgürlüğün manifestosu" adlı kitap, tamamen sisteme meydan okuyan korkusuz bir hayat stilini anlatıyordu. Her şeyin kafamızda başladığını ve iş ve alışveriş tuzağına düşüp özgürlüğümüzü kaybetmek zorunda olmadığımız, bir çok şeyi kendimiz üreterek kendi kendimize yetebileceğimiz mesajını veriyordu.



Son 2008 finansal kriz'in çıkış sebebi, sonrasında yaşananlar,ekonomilerde bir şeyleri yanlış gittiğini gösteriyor. Şimdi bitmek tükenmek bilmeyen hırs, bencillik ve korkularla inşa edilmiş bir sistemin yavaş yavaş çatırdadığını ve ekonomilerin, şirketlerin, dönüşmeye başladığını görüyoruz. Bir çok ülke şunu anladı bence: "Bu aç gözlülük hep balonlar yaratıyor ve sonunda patlayarak ekonomilere büyük zararlar veriyorlar". Bir de ne pahasına, yaşadığımız gezegenin kaynaklarını hoyratça kullanarak yapıyoruz bunları.

Gittikçe daha fazla şirketin sürdürülebilirlik üstüne kafa yormaya başladığını görüyorum. Tabi bunun altyapısını da sağlayan ülke yönetimleri. Bizim ülkede bile (HESlerin devlet eliyle teşvik edildiği canım ülkemde) "Greenpeace" gibi kuruluşlar imza toplama kampanyalarıyla sıkı bir kamuoyu oluşturuyorlar. Greenpeace örneğin GDO'lar konusunda bir bilinç yarattı. En son Türk Tabipler Birliği'nin de itirazı ile Danıştay, şirketlere bunun zararsızlığını ispat etmeleri şartı getirmiş ve yürütmeye kısmi dur tedbiri almış.  Umarım dünyanın daha da geri kalmış ülkelerindeki insanlar da uyanmaya başlarlar. Artık internetin yaygınlaşması ve bilgiye kolayca ulaşılması,gönüllü sivil organizasyonların dünya çapında çalışmaları beni ümitlendiriyor. Gene de ziyaret ettiğim Afrika ülkerindeki fakirlik ve sömürü düzeni bana pek yaman gelmişti.(Fransızlar ve İngilizler'in yerini Çinliler almış, her yer Çinli kaynıyordu). 
Bu konuda açık radyodaki Mart ayı bültenini kesin okuyun derim. Dünya'da yeni ile eski arasında savaşı çok güzel anlatmış.
http://www.acikradyo.com.tr/default.aspx?_mv=a&aid=29572&cat=100

Beni son olarak etkileyen ve bizzat içine çeken konu da Permakültür. Buna da gene bir şekilde Fırat'ın bak "Benim arkadaşlar şöyle bir şeyler yapıyorlar" diye yolladığı bir mail üzerine bulaştım.:-) Permaculture İngilizce "Permanent" ve "Agriculture" kelimelerinin birleşmesinden oluşuyor. Türkçeye çevirseniz herhalde "kalıcı tarım" yada "sürdürülebilir tarım" diye kullanabilirsiniz. Permakültür'ün kurucusu Bill Mollison'un "Permakültüre Giriş" kitabında ki önsözü bu sistemin doğuşunu güzel anlatıyor bize:

" Ben Tazmanya'da küçük bir köyde büyüdüm. Köyde ihtiyacımız olan her şeyi kendimiz yapardık. Kendi çizmelerimizi,metal işlerimizi kendimiz yaptık;balık tuttuk, ekmek yaptık..... 
28 yaşına kadar bir rüyada yaşadım. Vaktimin çoğunluğu ormanda ya da deniz de geçti. Geçimim için balık tuttum, avlandım. 1950'lere kadar içinde yaşadığım sistemin büyük bölümünün kaybolmakta olduğunu fark etmemiştim. Ama balık sürüleri yok olmaya başladı. Sahil şeridindeki deniz yosunları seyreldi. Geniş orman alanları ölmeye başladı....
....bilim adamı olarak geçirdiğim yıllardan sonra,bizi ve etrafımızdaki dünyayı öldürdüğünü gördüğüm siyasal ve endüstriyel sistemleri protesto etmeye başladım. Fakat kısa bir süre sonra hiçbir şey elde edilemeyen başkaldırılarda ısrarcı olmanın işe yaramadığını gördüm....1974'te David Holmgren'le birlikte çok yıllık ağaçların,çalıların,bitkilerin (sebzelerin ve otların), mantarların ve kök sistemlerinin çok yönlü verimine dayalı "permakültür" ismini verdiğim sürdürülebilir bir tarım sistemi taslağı geliştirdik."

Bu konuda bir sürü video var ben Geoff Lawton'un bu konudaki filmlerini tavsiye ederim. Sürdürülebilir yaşam, film festivalindeki Permakültürle ilgili filminden (Permaculture and soil) çok etkilenmiştim. Youtube'dan bakınca permakültürle ilgili aşağıdaki filmi de hoşuma gitti, paylaşıyorum..


Permakültür Türkiye'de bir çok kişi tarafından öğrenilmeye ve öğretilmeye başlandı.  Çanakkale Bayramiç'de http://www.bayramicyenikoy.com/sayfala.asp?id=26  ve İzmir Marmariç'de  http://marmaric.org/
ciddi uygulamaları var.
 Tüm dünyada hızla yayılan ve kabul edilen bir tarım sistemi. Önümüzde ki günlerde biz ailecek bu işin nasıl içine girdik onu anlatacağım.:-)


Friday, February 24, 2012

Sevgilim


Akışına bıraktın mı bazı şeyler birbirini güzel buluyor. Sevgi üstüne yazmaya devam edecektim bu bloğumda.
Az önce karımın bloğunu okudum ardından kafamda geçen ay sevgi üstüne okuduğum Scott Peck'in kitabındaki sevgi tanımı dürttü beni:

"Sevgiyi sadece duygu olarak tanımlayarak hata ediyoruz, sevgi bir eylemdir, esasında eylem olmadan sevgiden bahsedemezsin, o yüzden sevgi için çalışman gerekiyor" 

Karımın yarın doğum günü. Karımın benim için ne olduğunu kelimelere dökecek bir yazı yazmayı umuyorum başlarken.
İlk tanıştığımızda ikimiz de aynı şirkette farklı departmanlardaydık. Her gördüğümde güzel gözlerinin içine bakıyor sonra da içimin kıpır kıpır ettiğini hissediyordum. Ne zaman arkadaşlarımla buluşsam kafayı bulduğumda ondan bahseder olmuştum. Kendimce ilk hareketi zaten çöp çatanımız olmak için planlar yapan bir arkadaşımıza sorarak yaptım. Sonrasında birbirimizin aklını ve kalbini çeldik,aşık olduk. Gezdik ve eğlendik ve evlendik.

O dönem Füsunumun bir "Amelie" olduğunu yeni anlamaya başlamıştım. Bıraksan masalsı bir dünyada yaşayacak karım. Nitekim evlenirken seçtiğimiz müziklerden biri Amelie'nin film müziklerinden biriydi:-)


Ne yalan söyleyeyim ben de bazen Amelie'nin ruh ikizi olan sevgilisi gibi hissetmiyor değilim. Defnemiz hayatımızı daha da masalsı yaptı:-)

Ben gene de bazen çok ciddi, sıkıcı bir adam olabiliyorum ve hayatın rutinine daha kolay kapılabiliyorum. Evliliğimizde zamanla aldığımız roller içinde kendimiz olma mücadelemizi verirken fark ettik ki hayatı yorumlayış şeklimiz ne kadar da farklıymış. Ben "önce iş sonra eğlence veya önce başar sonra hakket" ekollerinin savunucusuyken karım "Nerede ne var işimi nasıl ayarlarım da bunlara yaşarım" ekolünün savunucusuymuş.

 Bir ara bu durum beni oldukça rahatsız ediyordu. Ama yavaş yavaş dank etmeye başladı (bu işlerde biraz yavaşımdır:-)) benim için meğer karım başka dünyalara açılan sihirli bir kapıymış. Benim pusulam, benim dengeleyici ilacımmış.
Yanı başımda böyle değerli bir hazine var da ben kafayı kaldırmıyormuşum:

Her Pazar akşamı gazeteleri alıp yanındaki makasla pazar eklerini kırpıp kırpıp durmaya bayılır. Önceleri ne yapar bu kadın diye anlam veremezdim.:-) Şimdi onun için bunun çok önemli bir "tören" olduğunu biliyorum. O kırpılan her şey ona ilham veren hayata dair yapılacaklar listesidir. Biz o listeden ne yeni filmler, albümler,  restaurantlar, ülkeler öğrenmedik ki. Bu tören hayatımızı ne kadar renklendiriyor bilemezsiniz.




Evet, sevgili karımın sonrasında bunları uygulamaya girerken ünlü SAS methodu da müthiş efsanedir. Bazen söylensemde sonrasında, "yaa iyi ki yaptık bunu" diye düşünüyorum.Ben bu kadar programı aynı günde yapma enerjisi bulan bir insanla yaşamaktan çok mutluyum.

Bülent Ortaçgil'in " Sen" adlı albümündeki şarkılardan biri bu durumu güzelce özetliyor "İstediğini yap çok geç olmadan". Ne güzel şarkıdır. Bizim bilge Füsun zaten bulmuş bunu çoktan:-)

Ne şanslıyım ki hayatımızda dünyayı el ele beraber keşfetmekten zevk aldığımız, birbirimizin farklılıklarından harika bir "biz" yaratacağımız heyecan yeni dolu bir döneme girdik.

İyiki doğdun iyiki varsın Sevgilim! Haydi kutlayalım bunu!

Bloğunda çok sevdiğiniz film,kitap,müzik,fotoğraf demişsin : Ben seninle, Mevlana'nın bir dizesini paylaşıyorum şimdilik:-)

" Hakk'ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil,seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatımın altını üstüne getirir diye endişe etme.Nereden biliyorsun hayatının altının üstünden daha iyi olmadığını"





Tuesday, February 7, 2012

Transformal Nefes


Bir akşam üniversiteden eski arkadaşlarımla oturmuş rakı içiyordum. Bir süredir hayatımda ilk defa yaşadığım orta derece kuvvetteki depresyonunun içindeydim. İçmek genelde bana kötü geliyordu o aralar. Arkadaşlar da fark etmiş olmalı herhalde ki, "senin neyin var?" deyip duruyorlardı.
Daha önceki yazımda bahsettiğim gibi; karanlık, sanki içinden çıkılmaz bir ruh halinde, hayatımla ilgili ne yapacağımı bilemez durumdaydım. Sonra konuşurken bir şekilde sohbet, "transformal nefese" geldi. Bülent aynı zamanda benim de okuldan arkadaşım olan eşi Sare'nin transformal nefes koçu olduğunu söyledi. Ben oldum olası zaten bu tip şeylerle ilgili olduğum için,transformal nefesi biraz daha anlamaya karar verdim. 
Sonrasında Sare, eşim ve bana bir demo yaptı. Aslında genelde insanların aklına: "işte nefes yani bunun için koç olmaya mı gerek var?" gibi düşünceler geliyor. O akşam hem ben hem de eşim oldukça etkilendik, transformal nefesten. Aslında dediklerine göre transformal nefesten ilk seansta etkilenmek zormuş. (Özelikle zihniniz ne oluyor ya diye vıdı vıdı ederken). Genede ikimiz de vücudumuzda enerji yükselmesi hissettik.  Ben yaklaşık 10 senedir transandantal meditasyon yapıyordum(neredeyse düzenli olarak) ve vücutta buna benzer enerjileri deneyimlemiştim ama bu çok daha farklıydı.
Transformal nefes seanslarına tamamen depresyonuma ve korkularıma çare olsun diye devam etmeye karar verdim.  
Bu noktada aslında sistemin ne olduğunu anlatmam gerekiyor. Sistem diyorum çünkü Judith Kravitz tarafından 25 yıldır sürekli geliştirilmiş, başka teknikleri de içine alan bir sistem haline gelmiş. Aslında doğru nefes almanın ne derece önemli olduğunu bir kaç seansta anlamaya başlıyorsunuz. Fiziki etkilerini ve yararlarını hemen yaşamaya başlıyorsunuz. Bunun dışında aslında bütün meselenin zihni durdurarak varlığımızı keşfetmek olduğunu, transformal nefesin de bir meditasyon aracı olarak kullanılabileceğini anlamaya başladım. Bu konuda en doğru şekilde bilgileri ekteki linkten öğrenebilirsiniz.

Transformal nefesi yapmaya başladıktan sonra bir süre zihnim le kalbim büyük savaşlar vermeye başladı. Eskiden sarıldığım tüm değerleri sorgulamaya başlamıştım ve ister istemez zihnim korkulara tutunmaya başladı. Şöyle diyordu zihnim "Şu safsatalarla uğraşacağına, neden yeni iş bulmak için uğraşmıyorsun?" ya da "Sen böyle iyisin, çok kaptırdın kendini bu işlere". Bir yandan da kalbim, her zamanki gibi yapmam gerekeni değil, istediğim yöne gitmem için beni dürtüyordu. Ben de yoluma devam ettim hatta transformal nefes ile ilgili yatılı gidilen seminerlerden birine de katıldım. Bu seminerde hocalarımız "koşulsuz sevgi" için niyet etmişler. Benim için bu seminer büyük şans oldu doğrusu:-)   
Şu anda bildiğim tek şey var; korkularım beni yönetmiyor. Bazen enerjim aşağıya iniyor ama tekrar nasıl çıkartmam gerektiğini biliyorum. Bana sadece 15  dakika yalnız kalıp nefes yapmak tüm gün için yetiyor. Kendimi olduğu gibi sevmeye ve başkalarını yargılamadan olduğu gibi kabul etmeye başladım. Artık biraz daha hayatın akışındayım, anı da olduğu gibi kabul etmeye başladım.

Her sevdiğime de tavsiye ediyorum. Size de ederim efenim:-)  




Thursday, January 12, 2012

Sevgi Üstüne



Birazcık üstünde durmak gerekliymiş:-) Birazcık mı, evren sevgi üzerine kurulmuş olabilir mi? Biraz yetmez ama ben de bu yazıyı bitiremem o zaman:-)

Daha önceki yazımda belirttiğim gibi; 2011'de sağlam bir sarsıntı geçirdim. Aslında şöyle oldu: Ailece Marsilya havalimanına inerken fırtınaya daldık. Uçak çok sallandı. Ben uçakta sallanmaları pek önemsemezdim. Ancak bu benim zihnimdeki tüm eşikleri aştı ve bir süre sonra "the unlikely event" oldu yani hava boşluğunu yaşadık. Sonrası tüm uçakta bağrışmalar, tekrar havada dönmeler, inerken sallanmalar...Neyse sonuçta indik inmesine de ama oldukça yıprandık. Füs bir anne olarak çok daha kuvvetliydi. En azından beraberdik diye avundu. Defne olaydan çok az etkilendi.:-)
Ben ise daha sonra işim dolayısıyla sık sık uçmak durumunda kaldım ve  her seferinde daha da kötü oldum. Sanırım o sıralarda satış baskısı, işten çıkartılma korkusu, başarısızlık korkusu hepsi uçak korkuma eklendi. Ben uçak korkusuna tutundum kaldım.

Bundan sonraki aylar, bir süreyi kendime acımakla geçirdim ve olayı kabullenememe durumunu yaşadım. Sonunda tavsiye üzerine bir psikiatristi ziyaret ettiğimde, bana korkular için bir kitap verdi ve bir de sakinleştirici ilaç. Bana tavsiyesi şuydu: "Evladım bunun üzerine git, sen sağlıklı bir insansın. Haydi bakalım toparla kendini". Bu tavsiye maalesef bana pek yeterli gelmedi. Aksine "Ya sorun nerede o zaman?" diye daha fazla yüklenmeye başladım kendime.
Sonraki her seyahatte, kafamda felaket senaryoları kurup duruyordum. Bu arada işler de yoluna girmeye başlamıştı ama nafile bende korku gideceğine, artıyordu. Hayatım giderek acı verici, sıkıntılı bir hal almıştı. Daha önce ölümlü olduğum düşüncesi hiç beni rahatsız etmezken, birden her an hem de sıralı sırasız herşeyin olabileceğini kabullenmek çok zor geliyordu.
Sonra uçak korkusu ile ilgili Davranış Bilimleri Enstitüsü'nü önerdiklerinde, "tamam şimdi çözeceğim, artık uçarım ben" demiştim.:-)
Bir sıra seanstan sonra, aslında olayın uçuş korkusundan başka şeyleri de barındırdığını anlamıştık.
Şöyle ki; ben uçuştan bahsederken bir anda konu; başarısızlık korkusu, kendini koşulsuz onaylama gibi farklı yerlere geldi. Döndük dolaştık önce bende bir direnme: "Hiç kendimi onaylamaz olur muyum?". Sonra şunu keşfettik: "Bak şu olacak, bu olacak, böyle olacaksın, ondan sonra sevgiyi hakediyorsun" diyordum kendime. Ya da annem, babam, öğretmenim... "Aferin Mithat bak, bu iyi, biz bunu onaylıyoruz haydi bakalım böyle devam et" dediği zaman sevgiyi alabileceğimi düşünüyordum.
Bunu belli bir yaştan sonra size söylemelerine gerek bile yok, sonra zihniniz zaten tüm sazı ele alıyor.
İçinde yaşadığımız toplum, mahalle, aile yargıları oluşturuyor, zihnimizde bunları bizim kim olduğumuzla özdeşleştiriyor. Bu şablona uyarsak sorun yok. Şablona uymuyorsak, "Hımm bu sevgiyi haketmiyorsun kusura bakma". Bazen şablonda sorun olabilir mi? Eh olabilir herhalde.. Yoksa bir sürü insan "demokrasi uğruna" "vatan uğruna","namus uğruna","şirketimiz uğruna" etkisiz hale getirilmezdi.
Bunun bir sürü örneği var etrafımda ve ülkemde. Bence herkesin de gördüğü ancak uğraşmak yerine unutmayı tercih ettiği bir konu.

Bu döngüyü kırmak için adım attım. Siz adım atmaya karar verdiğinizde inanın evren de her türlü imkanı ayağınıza kadar getiriyor. Bunları daha sonraki yazılarda anlatırım diye planlıyorum. Şimdilik bana sevgiyle ilgili önemli farkındalık kazandıran insanlardan birinin bir konuşmasını aşağıda paylaşmak istiyorum.Michael Brown: "Varoluş Süreci" kitabının yazarı. Koşulsuz sevgiyi harika anlatıyor bence.